29 Mart 2024 / 19 Ramazan 1445

Tasavvuf, Sûfiler ve Sünneti Seniyyeye Bağlılık

Karabük Üniversitesi öğretim görevlisi Yrd. Doç. Dr. İbrahim IŞITAN ile Tasavvuf, sûfîler ve sünneti seniyyeye bağlılık konusu üzerine yaptığımız röportajı istifadenize sunuyoruz.

Kadın ve Aile: Hocam mutasavvıfların sünnete bağlılıklarına geçmeden önce, mutasavvıfların peygamberlik anlayışı, peygamberlerin sübûtu, konumu ve görevleri hakkında bilgi verebilir misiniz?
Doç. Dr. İbrahim IŞITAN: Bismillahirrahmanirrahim.
Bu soru daha fazla Kelam ilmini ilgilendiren yani İslam inancıyla alakalı bilgi üreten, Akaid ve Kelam ilmiyle alakalı bir soru. Bu noktada sûfilerin Akaid ilmindeki peygamberlik anlayışından çok farklı bir şey düşündüklerini söyleyemeyiz. İslam inancına uygun bir şekilde sûfiler de peygamberliğin Allah tarafından verilmiş bir paye olduğunu, peygamberleri, insanları Allah’ın yoluna davet etmek için seçilmiş insanlar olarak kabul ederler. Peygamberlerin peygamberliğini ispat etme noktasında mucize göstermeleri zorunluluğu konusunu kerâmet konusuyla birlikte ele almak belki uygun olacaktır. Bir velinin de velayetini, Allah dostu olmasını ispatlaması için bir kerâmet göstermesi yani olağanüstü diyebileceğimiz, olağandışı diye tarif edilen, normal şartların dışında, bir takım olağanüstü hallerin, durumların var olması bir velinin veli olduğunu, Allah dostu olduğunu gösterir. Mucize göstermek peygamberler için zorunlu bir durumdur. Çünkü peygamberler Allah tarafından seçilmiş insanlar olduklarından görevleri bir anlamda evrenseldir, bütün insanlığı bağlar. Böyle bir görevin de ispatı noktasında mucize yani olağanüstü özellik taşımaları tabi ki de zorunlu bir durumdur. Veli olan insanın velayetini ispatlayıcı anlamda bir kerâmet göstermesi de bir anlamda zorunlu hale dönüşüyor. Neden? Çünkü insanların birinin peşinden gitmeleri, ona bağlanmaları kolay bir hadise değil. Bir insanın bir insana bağlanması için haklı bir gerekçenin olması gerekiyor. İşte bu anlamda sufilerin kerâmet konusuna önem vermiş olmaları önem arz eder. Bununla birlikte sûfilere göre kerâmet amaç değildir. Velinin kerâmeti göstermesi gerekmiyor aslında. İstenilen istikamettir. Yani doğru yolda durmuş olmasıdır. Kerâmet bir anlamda insanları uyarıcı, Allah dostu insanın peşinden gitmelerini sağlayıcı bir araç gibi görülür. Veli insanda ille de bir kerâmet aramak doğru değildir. O zaman da iş istikamet dediğimiz boyuttan çıkar. Bu yüzden sûfiler kerâmeti velinin özel hali olarak algılarlar ve ortaya konmasını da pek hoş karşılamazlar. Ancak onların izni dışında Cenâb-ı Hak durum gereği kerâmetlerini ortaya çıkarabilir. Bunu insanları uyarmak için yapabilir, o şartlara göre tercih ettiği bir durumdur. Asıl olan istikamettir bu anlamda. Tekrar konumuza dönersek, peygamberlik anlayışları, peygamberliğin zorunlu olduğunu ve insanlara yol gösteren, Allah tarafından seçilen insanlar olduklarını sûfiler de kabul ederler. Peygamberler haktır, onları takip etmek, peşlerinden gitmek zorunluluktur. Peygamberin görevi, Allah’ın göndermiş olduğu vahyi insanlara aktarmaktır. Burada şu nokta önemli olabilir: Sûfiler peygamberlerin taşımış oldukları misyonu yaşayarak anlatma gerekliliklerini örnek almada daha dikkatlidirler. Çünkü sûfiler bir mürşidin de yol gösterici olmasını, tarif ettiği yolu yaşamasına bağlarlar. Bu anlamda peygamberler sadece mesajı aktaran, tebliğ eden görevliler değil, bunu yaşayan ve tebliğ ettikleri bilgilerin hayata aktarımında bizzat çalışan insanlardır. Sûfilerin peygamberleri bu noktada daha ciddi örnek aldıklarını söyleyebiliriz. Yani sûfi sadece Hz. Peygamber’in bilgisini aktaran değil aynı zamanda o bilgiyi yaşayandır. Çünkü teori de pratikten çıktığında bir anlam ifade eder. Yani eyleme dönüşmeyen bilgi, tecrübe edilmeyen, denenmeyen bir bilgi olduğu için insanlara gündelik hayatta, yaşamlarında rehberlik etmez. Ama denenmiş, sınanmış, sonuç alınmış bir bilgi işe yarar. Bu anlamda peygamberliğe bir ilahi vahyi uygulayan insanlar, pratiğe dönüştüren eylemciler olarak bakmaları da önemli bir nokta olabilir. Peygamberi örnek alma, onun hayatını örnek alma, sadece verdiği bilgiyi öğrenme değil, onu hayat içerisinde anlamaya çalışmadır. Bu noktada sûfiler için Hz. Peygamber, Allah’a giden yolda bir adımdır. O yüzden fenafirresul kavramını üretmişlerdir, peygamberde fani olmak. Çünkü bir insanın peygamberde fani olmadan Allah’da fani olması, fenafillah makamına çıkması düşünülemez. Dolayısıyla bu dünya hayatında pratik anlamda bir rehber olması bakımından peygamberler ve son peygamber Hz. Muhammed(s.a.v) sûfiler için uğranılması gereken bir merkezdir. Zaten peygamberi de aşmak mümkün değildir çünkü Allah’tan birebir vahyi alan kişinin kıvamına ulaşmak mümkün değildir. Ancak onda fani olursunuz. O yüzden velayetin son noktası nübüvvetin ilk noktasıdır derler. Yani siz ancak peygamberliğin ilk noktasına ulaşabilirsiniz, daha sonrasına ulaşma imkânınız yok. Bu anlamda Peygamber Efendimiz(sav) her zaman ve her durumda sûfiler için bir hedef şahsiyettir. O’nun sünneti, yaptıkları, sözleri, hali ki burada şu noktayı da belirtmekte fayda vardır; Peygamber Efendimizin sözlerinden daha ziyade sûfiler onun hallerine önem verirler. Yani bu sözlerine önem vermedikleri anlamına gelmez. Sûfîleri Peygamber Efendimizin kalbi hayatını hedef almış ve onu anlamaya, algılamaya çalışan insanlar olarak görebiliriz. Bu anlamda Peygamber Efendimiz sûfiler için ciddi bir malzeme oluşturmaktadır. Yani onun kalbindeki yaşamış olduğu halleri de yaşayarak dini algılamak isterler. Bu anlamda sûfîler Peygamber Efendimizin sadece zâhirini değil, onun bâtınını hedef edinmiş insanlardır. Bu çerçevede soruyla doğrudan veya dolaylı bağlantılı üç noktayı vurgulamış olduk. İlki, peygamberler Allah’ın seçtiği, seçilmiş kullardır. İkincisi, olağanüstü halleri vardır. Bunu kerâmetle bağdaştırmış olduk kısmen. Bir de tasavvufta peygamber efendimizin bâtıni boyutunun hedef edinildiğini söylemiş olduk.
Kadın ve Aile: Sözden ziyade hal. Söz artı hal?
Doç. Dr. İbrahim IŞITAN: Evet yani zaten hâle geçmek için o sözü de bilmek lazım. Efendimizin hâli de sözlerinde gizlidir. Söz ile hâli birbirinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Ama sırf sözünü alıp da içindeki mânâyı ihmal edersek bu da eksik olur. O yüzden sûfileri daha fazla, tabi bu dış kısmını ihmal ediyor anlamında değil, daha fazla iç boyutunu hedef edinmiş, Efendimizin kalbî hayatını canlandırmak için gayrete geçen insanlar olarak görmek mümkündür diyebiliriz.

Kadın ve Aile: Verdiğiniz bu bilgiler çerçevesinde mutasavvıfların Peygamber Efendimizin (sav) sünnetine bağlılıklarını açıklayabilir miyiz?
Doç. Dr. İbrahim IŞITAN: Hz. Peygamber sûfiler için model şahsiyet olduğuna göre tabi ki onun sünneti yani yolu da onlar için vazgeçilmez bir durumdur. Sünnetine bağlı olmadan yani onun hayat modeline, hayat yoluna bağlanmadan Efendimizin kalbî hayatını algılamak mümkün değildir. Bir insanın içsel tutumlarını algılamak için onun davranışlarına bakmanız gerekmektedir. Davranışları o insanın iç hayatı, zihne taşımış olduğu tutumları hakkında bilgi verir. Dolayısıyla Peygamber Efendimizin davranışlarını inceleyerek, onun sünnetine bakarak onun kalbî hayatı hakkında bilgi sahibi olabilirsiniz. Yoksa içi görmek mümkün gözükmüyor her zaman ama dışımızdaki davranışlarımız iç hayatımız hakkında bilgi veriyor. Efendimizin sünnetini hem bir davranışlar bütünü olarak ele alırsak dışarda göstermiş olduğu hem de iç dünyasındaki içsel davranışlar olarak algılarsak, sûfilerin bu iki boyuta da önem verdiklerini görebiliriz. Yani Efendimizin sadece dış görünüşüne bağlanmak değil onun içinde taşımış olduğu değerlere, değer yargılarına bağlanmak, onu hedef edinmek sûfilerin hedefidir. Yani sûfiler Efendimizin davranışlarını sergilerken içinde taşımış olduğu duyguları algılamaya çalışırlar. Herhangi bir davranışı göstermek sonuç itibariyle yeterli değildir. O davranışın iyi niyetle, samimiyetle, ihlâsla yapılmış olması gerekmektedir; davranışın Allah rızası için yapılmış olması, başka bir gayesinin olmaması istenir. Belki görünüş olarak davranış çok iyi olabilir. Mesela birine yardım ediyorsunuz ama bu yardımı yaparken taşımış olduğunuz iç durum o yardım etme davranışının, sonuç itibariyle Allah katında kabul edilip edilmeyeceğini etkiler. Niyet. Çünkü gösteriş yapmak, bir makam elde etmek, yardım ediyor desinler gibi bir beklenti içerisine girmekle bunun bâtıni boyutunu ihmal etmiş oluyorsunuz. İşte sûfiler bu bâtıni boyutu hep öne çıkarttıkları için Efendimizin kalbinde taşımış olduğu duygu dünyasını, düşünce dünyasını hedef edinmişlerdir. Onun davranışlarını da hep bu çerçevede ele alırlar. Hatta riya endişesiyle birçok davranışı terk etmeyi bile göze alırlar. Çünkü yanlış örnek olarak tahrip etmek de söz konusudur. Sanki sureti Haktan gözüküp, doğru yapıyormuş gibi algılar insanlar sizi ama içiniz boştur. Dolayısıyla bu anlamda sûfilerin Hz. Peygamber’in(sav) sünnetine hem zâhiri hem de bâtıni boyutuyla birlikte ele aldıklarını görüyoruz. Bu anlamda serttirler. Herhangi bir sünnetin terkini bağlılıktaki bir eksiklik olarak algılarlar. Bunu sonuç alma noktasında engel bir unsur olarak görürler. O yüzden genel itibariyle tasavvufta Hz. Peygamber’in sünnetinin bütünüyle yaşanması hedeflenir. Bu noktada sûfilerin bağlılıkları ciddi bir değer taşır. Çünkü sadece onun sözünün şekline değil içindeki haline de tâlip oldukları için, Efendimizin sünnetinin bâtıni boyutunu anlamada sûfilerin bırakmış olduğu mirasın önemli olduğunu söyleyebilir. Bu anlamda Hz. Peygamberi(sav) hedef, model şahsiyet almaları bakımından düşünürsek, onun sünnetine bağlanmadan kendi başına bir yol almak mümkün olmadığını düşünürler. Evet, Allah’a giden bir yolda yürüyeceğiz ama bunun hedef şahsiyeti, model şahsiyeti Hz. Peygamber(sav)’dir. Dolayısıyla sûfiler Hz. Peygamber’in sünnetine uymadan mesafe alınacağını düşünmezler. O yüzden tasavvuf kitaplarında sünnete bağlılık noktasında bir kesinlik vardır. Müridler bu noktada uyarılır. Hz. Peygamberin hedef şahsiyet olduğu söylenir. Mürşidin bu yolda yardımcı olan bir unsur olarak algılanması istenilir. Yani mürşid hedef şahsiyettir ama Peygamber Efendimize giden yolda bir araç gibi düşünülür. Asıl hedef Hz. Peygamber’in şahsiyetine bağlanmaktır. Hz. Peygamber’e bağlılıktan da amaç Cenâb-ı Hak’ta fani olmaktır. Hz. Peygamber burada araç bir şahsiyettir ama aracı değildir. Yani model bir şahsiyettir daha doğrusu. Herhangi bir aracılık söz konusu değildir. Çünkü kul ile Allah arasında herhangi bir aracı düşünülmez. Direk bağlılık vardır. Ama oraya direk bağlanma noktasında zafiyet gösterdiğimiz için gücümüz yetmediğinden dolayı o yolda mesafe almış mürşitlere ve Hz Peygamber’e bağlanmak durumundayız. Zaten bu iş birlikte olacak bir şeydir. Neye, nasıl bağlandığımızı da iyi düşünmeliyiz. Çünkü Hz. Peygamber hedef şahsiyet olduğu için ona bağlanıyoruz. Allah’ın seçtiği bir kul, yeryüzünde onun göndermiş olduğu mesajı uygulayan bir şahsiyet. Dolayısıyla her zaman onun sünneti, ortaya koyduğu model, rehberlik noktasında hedef olmuştur sûfiler için. Bundan asla vaz geçmezler ve Hz Peygamber’in de aşılacağını asla düşünmezler. Yani onun aşılması, geçilmesi söz konusu değildir. Dolayısıyla bir sûfinin hayat boyu Hz. Peygamber’in sünnetine bağlılığı hep bir prensip olarak kalmıştır. Çünkü O’nun dışında yeryüzünde Allah’ın arzu ettiği modeli gösterecek başka bir şahsiyet de yoktur. Özetlersek, sûfiler Hz.Peygamber’in sünnetini hem zâhiri olarak anlama hem de iç boyutunu ortaya çıkarma gayretinde olmuşlardır.

 

Kadın ve Aile: Günümüzde Hz. Peygamber’e peygamberlik geldi, vazifesini aldı, tebliğ etti, sonra onun işi bitti gibi yanlış bir yönlendirme, algı var.
Doç. Dr. İbrahim IŞITAN: Bu bir nakilden ibaret değil. Hz. Peygamber(sav)’ın bize gösterdiği yolda sadece “Ben bunu aldım, size veriyorum. Hadi bakalım siz bunu yaşayın.” şeklinde değildir. Uygulama orda bitmiş değildir. Hedef, o bilginin uygulanmasıdır. Onu ilk uygulayan, hayatında ilk ortaya koyan, katıksız, hiçbir hata olmadan ortaya koyan yegâne şahsiyet odur. Hz Peygamber kadar ciddi bir şekilde, kısa bir sürede, bütün yoğunluğuyla, bütün boyutlarıyla o ilahi vahyin uygulanma biçimini ortaya koyan başka ne birileri var, ne bir medeniyet var, ne de bir dönem var. Biz hep ona yaklaşmaya çalışıyoruz. Ondan sonraki dönemlerde evet bir takım problemler olmuş, uzaklaşmalar olmuş ama yaklaşılmaya çalışılmıştır. O’nun model olma meselesi hâlâ güncelliğini korumaktadır. Çünkü O’nun dışında mükemmel bir şekilde uygulanmış başka bir modelimiz yoktur. O yoğunlukta, o genişlikte, o mükemmellikte herhangi bir model yoktur. Mürşitlerin ortaya koymuş olduğu yollar da, o yolda yapılmış gayretlerdir. Büyük himmetlerdir. Ama o boyuta ulaştığını söylemek de doğru olmaz ama o yolda mesai harcamışlardır. Gayret göstermişlerdir. O yüzden onlara bağlılık gösteririz. Bu anlamda Hz Peygamber(sav)’in model olma durumu tarihsel anlamda önemini hâlâ korumaktadır.
Kadın ve Aile: Tasavvuf çizgisinde peygambere bağlılığın konumu hakkında neler söylersiniz?
Doç. Dr. İbrahim IŞITAN: Bu soruya kısmen cevap vermiş olduk. Sûfilerin Hz.Peygamber’e bağlılığı konumu biraz önce de ifade ettiğimiz gibi bâtıni boyutunu, içsel boyutunu, hakikat boyutunu yansıtmaktır. O yüzden tasavvuf ilminde şeriat, tarikat, hakikat, marifet şeklinde kavramlar üretilmiştir. Bir şeyin hakikatini ortaya çıkarmak için güncellemeniz gerekiyor. Sûfi yolun peygamberlik anlayışı bütüncüldür. Yani bütün boyutlarıyla, iç ve dış boyutuyladır. Dinin hakikatinin ortaya çıkarılması noktasında bir bağlılıktır. Hedef Allah’ın (cc) ortaya koymuş olduğu, bize vermiş olduğu misyonun anlaşılması noktasında Hz.Peygamber(sav)’in eylemlerini, davranışlarını, sözlerini algılayıp onların hakikatlerini ortaya çıkarma kaygısıdır. Sadece sözün kendisini ortaya çıkarmak, onun zâhiri manasını anlayıp böyle bir dünya kurmak değil, o sözlerin ve yaşam biçiminin hakikatlerini ortaya koyup bu anlamda bir düşünce geliştirmektir. İşte tasavvuf düşüncesi dediğimiz düşünce, dini tefekkürün hakikat boyutunu, gerçek boyutunu güncellemek olarak değerlendirilebilir. Bu şunu gerektiriyor: Dönemler değiştiği için söylemler değişebiliyor, konular değişebiliyor, yeni yeni konular gündeme gelebiliyor. Aslında dünyanın hakikati ve olaylar hep aynıdır, ama insanî gerçeklikleri tarih sahnesinde güncellemek gerektiği için Hz. Peygamber(sav)’in bâtıni boyutunu, hakikat boyutunu da güncellemek gerekiyor. Geçmişte yaşanmış olan durumlar bizim için örnek teşkil edebilir ama biz geçmişteki insanlar değiliz. Onlar da biz değillerdi. Onlarla beraber yürümek noktasında elbette ki birlikteliğimiz var ama bizim de bize ait, bugüne ait hem bireysel anlamda farklı bir şahsiyet olduğumuzdan dolayı hem de yaşadığımız dönemin farklı olmasından dolayı, dini düşünceyi yenilememiz gerekmektedir. Sûfilerin de hakikat boyutunu yenileme, onu güncelleme noktasında bir gayretlerinin olduğunu söyleyebiliriz. Bugün de öyle olmalı. Yani bugünün şartlarında bir hakikat algısı, yaşam tarzı ortaya konmalıdır. Bu da bugünkü mürşidlerin, sufilerin işi olmalıdır. Ahlâki anlamda, manevi anlamda, içsel gelişme anlamında dinin ortaya koyduğu genel kuralların Hz. Peygamber’den hareketle, onu model alarak bugünün şartlarında o dini hakikatin tekrar güncellenmesi gerekiyor. Bu anlamda günümüz sufilerinin de bağlı bulundukları tasavvuf ekolünden, anlayışından hareketle ciddi bir sorumlulukları vardır. Bugünün şartlarında dinin hakikatini ortaya koyma noktasında, bugünün problemlerini güncelleyerek, onları öne çıkararak söz söyleme ve yaşam tarzı ortaya koyma görevleri vardır. Sûfilerin peygambere bağlılıklarındaki dinin bâtıni boyutunu güncelleme durumları bugün de onları daha ciddi çalışmaya sevk etmelidir. Yani Hz. Peygamber(sav) sadece akılla algılanacak biri değil, sadece duygu boyutuyla algılanacak biri değil, sadece dış davranışlarına bakıp ona göre algılanacak biri de değil. Bütünüyle, hem davranış hem duygu hem düşünce, bütün boyutlarıyla tekrar güncellenmesi gereken bir şahsiyet olduğu için sûfilerin de bu tarihi misyonlarına uygun bir şekilde günümüzde de Hz. Peygamber(sav)’i model alma, örnek alma durumunu güncellemeleri gerekiyor. Bu da sûfilerin Hz. Peygamber(sav)’in bâtıni boyutunu ortaya çıkaran bir anlayış geliştirmeleri bakımından bir misyon yüklüyor üzerlerinde; O’nun halini ortaya koymak. Fıkıh ilmi Hz. Peygamber(sav)’in zâhiri boyutunu ortaya koymaya çalışan bir ilimdir. Akaid, Kelam ilmi Efendimiz(sav)’in inanç konusundaki düşünce ve eylemlerini ortaya çıkarmaya çalışır. Bir de Efendimiz(sav)’in halini, içsel boyutunu, durumunu ortaya çıkarma işi var. Bu da sûfilerin görevi olmuş. Tabi sadece sûfiler bunu yapmıyor, diğer âlimler de bunu yapabilir ama sûfilerin bu konuya karşı hassasiyetleri var. Yoksa sûfi olmayanlar bunları yapmıyor diye düşünmemek lazım.

Kadın ve Aile: Mutasavvıfların sünnete bağlılığının hadis ilmiyle meşguliyetleri üzerinde etkileri olmuş mudur? Bu çerçevede yazılmış eserler var mıdır?
Doç. Dr. İbrahim IŞITAN: Şimdiye kadar söylediklerimizi düşünürsek, Hz. Peygamber(sav)’i hedef edinmiş, onun sözlerinin bâtıni boyutlarını hedef edinmiş insanların Hz. Peygamber’in hadisleriyle ilgilenmiş olmaları gerekir. O yüzden ilk sûfilere de baktığınızda bunların bir kısmının muhaddis yani hadis ile meşgul olan bir âlim olduklarını görürüz. Bunlardan biri Hakim Tirmiz’dir. Nevadiru’l Usul diye bir eseri var, hadisleri içeriyor. Sülemî’nin Tabakatu’s Sufiyye adlı eserine baktığımızda ele aldığı Sûfî’nin hadis rivayet etmişse o rivayetini kaydediyor. Yani ilk dönemden itibaren sûfilerin sözel veya yazı olarak eserlerine bakıldığında ortaya koydukları sûfi düşünceyi hadislerle de süsledikleri ve Kur’an-ı Kerim’i kaynak aldıkları gibi hadisleri kaynak aldıklarını görmekteyiz. Bu yüzden sûfilerin özel kaleme aldıkları hadis kitapları var, bazıları da muhaddis yani hadis ilmiyle direk ilgilenmiştir. Hem ilk dönemde hem daha sonraki dönemlere baktığımızda, sûfilerin hadis ilmiyle ilgilendiklerini görmekteyiz. Yani Hz. Peygamber(sav)’i hedef edindikleri için diğer âlimler gibi onlar da Hz. Peygamber(sav)’in sözleriyle, sözlerini anlamakla meşgul olmuşlar. Bu konuda hadis kitapları yazmışlar, şerhler yazmışlar. Son zamanda yapılan bazı araştırmalar tasavvuf kitaplarında kullanılan hadis-i şeriflerin ne kadar kullanıldığını ortaya koymuştur. Bu anlamda yapılan birkaç tez de var. Bu hadislerin sıhhat derecesi incelendi. Birçoğunun %80-90’a yakın bir kısmının sahih olduğu, çok az bir kısmının sahih kaynaklarda bulunmadığı ortaya çıktı. Haris-i Muhasibi, İmam Gazali, İbn-i Arabî gibi bildiğimiz büyük sûfilerin birçoğunun kitaplarında hadisler malzeme olarak kullanılmıştır. Ve bir kısmı da hadis kitabı olarak kitap yazmış. Bunlardan biri Râmûz el-Ehâdîs olarak bildiğimiz Gümüşhanevi hazretlerinin alfabetik sıraya göre yazmış olduğu hadis kitabıdır. Yani sûfilerin bir kısmı muhaddis gibi hadis ilmiyle uğraşmış bir kısmı da hadis ilmiyle direk uğraşmasa bile kitaplarında, eserlerinde ve sözlerinde Hz. Peygamber(sav)’in sözlerini sık sık kullanmışlardır. Bu da şunu gösteriyor: Hz. Peygamber(sav)’siz bir tasavvuf algısı mümkün değildir. Eğer tasavvuf İslam maneviyatı yolu ise bu İslam maneviyatını en iyi derecede yaşayan Hz Peygamber(sav)’dir. Dolayısıyla onun sözleri olmadan, onun yaşam tarzı olmadan tasavvufu yaşamak mümkün değildir. O yüzden sûfilerin temel kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir, hadis-i şeriflerdir. Üçüncü kaynakları da kendileridir. Onların Kur’an ve sünnet merkezli yaşam tarzında, sadece Kur’an ve sünneti algılama olarak değil, Kur’an ve sünneti yaşayarak, eyleme dönüştürerek elde ettikleri bir hâl vardır sûfilerde. Bu hâlin kazandırmış olduğu bir bakış tarzı var. Bu bakış tarzının da Hz. Peygamber(sav)’e uygun olması gerekiyor. Onun dışında farklı bir şey çağrıştıran hâl makbul değildir. Bu nedenle sûfî kendi içinde bulunduğu durumu Hz. Peygamber(sav)’e sorgulatmak durumundadır. Onun sünnetine, hilafına bir durum ortaya çıkarmamalıdır. Bu, o zaman biraz mirasyedilik olur, hakikati örtme olur. Bu arada üçüncü kaynak kendileri demiştik. Kur’an ve sünneti yaşayarak, eyleme dönüştürerek elde ettikleri birikim sonucunda Cenâb-ı Hakkın onlara sağlamış olduğu bir ilham, bir keşf vardır. İnsan da bir kitaptır sonuç itibariyle. İnsanın iç dünyasında var olan bir takım sırlar bu şekilde ortaya çıkar. Sûfi içsel boyutu gelişkin bir insan olduğu için insanın zatında gizli olan bu hakikatleri ortaya çıkaran bir insandır. Onu zaten önemli kılan da bu boyuttur. Yani Kur’an ve sünnetin ışığında, günün şartlarının da etkisiyle o dini hakikatleri, kendi şahsiyetinin etkisiyle güncelleyen insandır. Kendi ilerlediği kadarıyla etrafında bulunan insanlara, onu seven insanlara yol gösterir. Burada manevi yaşamın kazandırmış olduğu bir bilgi de söz konusudur. Ama bu bilgi Kur’an ve sünnete uygun bilgi olması gerekiyor. Onun zıddına bir hakikat ortaya çıkarsa o zaman zahirle batın çatışması dediğimiz durum ortaya çıkar. Bu da Müslümanların durumunu, İslam ümmetinin durumunu zora sokabilir. O yüzden sûfiler zâhiri ilim olmadan bâtıni ilimle uğraşmanın insanı zındıklığa götürebileceğini söylemişlerdir. Bâtıni ilim olmadan da zâhiri ilim olursa bu da fıska götürebilir. İkisi de tehlikeli. O zaman ikisinin birlikte olması gerekmektedir.

Kadın ve Aile: Tasavvuf terimleri ve terbiye metotlarıyla sünneti seniyye arasındaki ilişkiyi açıklayabilir misiniz?
Doç. Dr. İbrahim IŞITAN: Hz. Peygamber(sav), sûfi yaşamın gelişebilmesi bakımından örnek şahsiyet olduğu için, sûfi düşünceyi ve o düşünceyi ifade etmek için kullanılan terimlerin de Hz. Peygamber(sav)’in sünnetiyle, hadislerindeki kullanılan terimlerle yakından bağlantısı vardır. Sûfilerin kendilerine has ürettikleri bir takım kavramlar olmakla birlikte temel kavramlar Kur’an-ı Kerim’den ve Hz. Peygamber(sav)’in sözlerinden alınmış kavramlardır. Bunlardan birkaç tane örnek verelim: Sûfiler, takva kavramını çok kullanırlar. Takva kavramının Hz. Peygamber(sav)’in sünnetinde çok kullanılan bir kavram olduğunu biliyoruz. Diğeri ihlâs kavramıdır. İhlâs, takva, zühd, tevekkül gibi sûfi kavramların birçoğunun Kur’an-ı Kerim’de ve Hz. Peygamber(sav)’in sünnetinde geçen kavramlar olduğunu biliyoruz. Bunun böyle olması gayet normaldir. Sûfiler metot olarak Hz. Peygamber(sav)’in hâlini hedef edindikleri için terbiye metotlarında direk olarak Hz. Peygamber(sav)’in yöntemlerini takip etmişlerdir. Mesela bir müridin mürşidine bağlanma olayını, sahabenin Efendimiz(sav)’e bağlanması gibi algılamak mümkündür. Bazı tarikatlarda biat konusu, Hz. Peygamber(sav)’in sünnetinden alınmıştır. Sahabenin de Peygamber Efendimiz’e bağlanması, ona biat etmesi siyer kitaplarından bildiğimiz bir konudur. Tasavvufta müridin şeyhine, mürşidine bağlanması aslında sahabenin Hz. Peygamber(sav)’e bağlanmasıyla özdeş bir durumdur. Neden böyle bir bağlılık istenmiş? Çünkü sahabe-i kiram Peygamber Efendimiz(sav)’in sadece sözlerini alıp giden ve kendi kafasına göre onları yorumlayıp hayata aktaran insanlar değillerdi. Bizzat Hz. Peygamber(sav)’i takip eden, onun hâlini, durumunu takip ederek, gözlemleyerek, bizzat yaşayarak, onunla beraber yaşayarak bu işi öğrenmişlerdi. Yani metotta bakarak, görerek örnek alarak yaşamak var. Hz. Peygamber(sav)’in sırf sözlerini bilerek dini yaşayamayız. O sözlerin ifade ettiği mânâları algılamak için Efendimiz(sav)’in hallerini de bilmemiz gerekiyor. Hangi halde bu sözleri söyledi, neredeydi, kiminleydi, hangi durumda bu sözleri söyledi ki hadis ilminde bile bunlar dikkate alınıyor, sûfiler bunu daha da ciddiye alan insanlardır. Çünkü bir insanı terbiye etmek için onunla kalbî bir bağınız olması gerekiyor. Sevmediğiniz bir öğretmenden istifade etmek ne kadar sınırlı ise bağlanmadığınız bir insanın maneviyatından, ahlâkından istifade edemezsiniz. Sahabenin peygamber efendimize kalbî bağlılığını örnek almışlardır. O yüzden peygamber sevgisi önemlidir. Mürşidi sevmek de önemlidir. Çünkü sevmeden bir insanı takip edemezsiniz. Sevmeden kahrını çekemezsiniz. Bir mürşidin de müridini sevmesi gerekiyor. Çünkü onun kahrını çekmesi için, onun ahlâki zafiyetlerine, kalbî hastalıklarına tahammül etmesi ve onu terbiye etmesi için, uzun yıllar uğraşması gerekiyor. Bu da sevgi gerektiren bir durumdur. İkisi de birbirlerini Allah için sevdiklerinden dolayı burada herhangi bir sıkıntı da yoktur. Yani mürşit de müridini severken Allah için seviyor, onun kahrını Allah için çekiyor. Mürit de mürşidinin kahrını Allah için çekiyor. Kahrın Allah için çekilmiş olması eğitim bakımından önemli bir metottur. Burada bugünkü modern eğitime değinmek yerinde olacaktır. Modern eğitimde öğretmeni model alan öğrenci onun sadece sözünü dinliyor ve sözünü model alıyor. Ama öğretmenin öğrenciye bir model olma durumu söz konusu değildir. Dolayısıyla öğrenci ve hocanın ilişkisi maddi boyutta kalır, sadece zâhiri anlamda diploma almak için bilgiyi veren bir kaynak olarak bakıyor hocaya öğrenci. Onun ahlâkından, suretinden, huyundan bir şey almıyor. Zaten hocanın da böyle bir gayesi yok. Modern eğitimde insanlar yıllarca okurlar ama bir türlü adam olamazlar. Sadece diploma alırlar, meslek sahibi olurlar ama olgun insan olamazlar. Çünkü terbiye içselleşmemiştir. Ama sûfi metotta mürit mürşit arasındaki bağlılık, çift kutuplu bağlılıktır. Bağlanan mürit gibi gözükür ama belki hakikatte mürşit müride bağlanır. Yani cezbetmesi, çekmesi için onun kalbine kancayı takar. O da bir türlü kendisini bundan kurtaramaz. Şeytan çekip dursa da artık kancayı bir şekilde mürşit takmıştır, onu Allah’a doğru çeker. O yüzden tasavvufta kullanılan bir söz vardır: “Mürşidin gayesi kulları Allah’a, Allah’a kullarını sevdirmektir”. Burada Efendimiz’in kullanmış olduğu, bizzat göstererek örnek olmadaki etkin durum kendisine bağlanan insanların son derece sâdık kalmalarını sağlamıştır. Çünkü Efendimiz(sav)’e bağlanan sahabe-i kiram, onun şahsında hakikati görmüştür. O güneşin, aydınlığın nurunu görmüştür. Yoksa onun şahsiyetine, kendisine bağlanmamıştır. Ondaki nübüvvet nuruna, ilahi nura bağlanmıştır. İşte mürşit de hedef kitlesini yani kendisine bağlananları terbiye etmesi için kendisini bize göstermesi gerekiyor. Yani uygulamaya koymadığı bir bilgiyi aktaramaz. Zaten o yüzden bir mürşit halife olmadan bir müridine söz söyleme, başkalarını yola çağırma, onları terbiye etme görevini vermez. Ne zamanki nefis mutmainne makamına gelir, yani adam olur, bizzat göstererek yol gösterme kıvamına geldiğinde ona başkalarına söz söyleme ve yol gösterme hakkını verir. Terbiye olmadan terbiye edemezsin. Peygamber Efendimiz(sav)’in sünneti yolunda yaşayarak model olduğu için sûfiler bunu bizzat örnek almışlardır. Bu konuda belki de İslam uleması içerisinde sûfilerin daha önde olduğunu söyleyebiliriz. Karşılaştırma yapıp birbirlerine üstünlüklerini söyleme gibi bir niyetim yok ama sûfilerin böyle bir özelliğinin olduğunu söylemek ilim adına bir zorunluluk oluyor. Çünkü Efendimiz(sav)’in yaşantısını uygulamaya koyma amaçları vardır. Bundan dolayı zâhiri boyutuyla ilmi almayı yeterli görmezler bunun uygulamaya dönüşmesini, bâtıni anlamda insanın kalbine yerleşmesini hedef edinirler ki bu ilmin zamanı geldiğinde davranış boyutuna aktarılması demektir. Kalbe yerleşmediği zaman kafaya yerleşir sadece. O da boğazdan aşağı geçmediği için başkalarına tesiri ancak zihinsel anlamda olabilir. Yoksa kalbî bilgiye dönüşme imkânı bulamaz, dolayısıyla davranışa dönüşme fırsatı da kaçmış olur. Peygamber Efendimiz(sav)’in terbiye metoduyla sûfilerin terbiye metodunun birebir özleştiğini söyleyebiliriz. Bu anlamda kullandıkları terimlerin çoğunun Hz. Peygamber(sav)’in sünnetinden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Riya, takva, zühd, ihlâs gibi kavramları çoğaltabiliriz.

Kadın ve Aile: Tasavvuf ehlinin sünnete bağlılık konusunda diğer İslami akımlar ile karşılaştırmasını yapar mısınız?
Doç. Dr. İbrahim IŞITAN: Tevhid anlayışı içinde bütün ilimler Hz. Peygamber(sav)’e bir bağlılık gösterirler. Kelam ilminden tutun fıkha kadar her türlü gelişme göstermiş İslami bilimlerde Hz. Peygamber(sav) bir hedef şahsiyettir. Onu anlamak, kavramak, o ilim hangi ilimse onun bir boyutunu ortaya koymaktır. Ama sûfilerin diğer İslami akımlara bakarak bir karşılaştırmasını yaparsak orada başından beri ifade ettiğimiz gibi sûfilerin Hz. Peygamber(sav)’in içini, hâlini hedef edinmişlerdir yani onu anlamaya çalışmışlardır. Peygamber Efendimiz(sav) bu işi yaparken bu davranışı gösterirken nasıl bir hâl yaşamıştır. Allah’a yaklaşmanın bu hâlle olacağını düşünürler. Bu yüzden tasavvuf kâl ilmi değil hâl ilmidir. Bizzat yaşama ilmidir. Bir kelamcı Hz Peygamber(sav)’in imanla alâkalı söylemiş olduğu sözlerini akli olarak algılamaya çalışırken veya bir fakih Efendimiz’in hukukla, uygulamayla, pratikle alâkalı sözlerini bir takım hukuki kuralları çıkarmak için okuduğu düşünülürse, sufilerin de Efendimiz(sav)’in uygulamasından hangi halleri çıkarabiliriz ve bu hâli nasıl kendimize aktarabiliriz ki ona benzer bir şekilde davranışlar sergileyelim. Psikoloji ilminden hareketle de bunu delillendirebiliriz. Bir şeyin tutumu sizde yoksa davranışı da olmaz. Yardım etme davranışını gösterebilmeniz için yardım etme tutumunu zihninizde bir kere yerleşmesi lazımdır. Sûfilerin de anlayışında bir takım hâl ve makamlar oluşmalı ki zihninizde ve kalbinizde onunla alakalı olan gerekli davranışlar, şefkat, merhamet, yardımseverlik, ihsan ve benzeri güzellikler ortaya çıksın. Bu anlamda sûfilerin farkı Efendimiz(sav)’in halini algılamak ve bu hallerin zihnimize ve kalbimize yerleşmesini sağlamak olmuştur. Bu noktada sûfilerin sünnet anlayışı daha dinamiktir. Daha uygulamaya yöneliktir diyebiliriz. Bunu sadece sûfiler yapar, diğerleri yapamaz anlamında söylemek de doğru değildir. Bu ayrımcılık olur ama sûfilerin metotları açısından baktığımızda diğerlerine göre farklılıkları Efendimiz(sav)’in sünnetinin haline yönelik bir çalışmaları vardır. Efendimiz(sav) hangi hali kazanmıştır, bunları yaparak hangi haldeydi, hangi hal ile bu davranışları göstermişti. Çünkü tek tek davranışları yapmaya çalışmak uzun soluklu bir çalışmadır ama o davranışları sağlayacak olan tutumları yakaladığınız zaman iç dünyanızda artık gerekli olan davranışları göstermek daha kolay olur. Sûfilerin sünnete bağlılıkları dinamik bir durumdur. Yani o sünnetin gereğini hayata o günün şartlarında aktarmakla alakalıdır. Bu anlamda dinamik bir durum söz konusudur.

Kadın ve Aile: Sünnetlerin zâhiri ve bâtıni taraflarının anlaşılmasında tasavvuf ehlinin katkısı neler olmuştur?
Doç. Dr. İbrahim IŞITAN: Sûfilerin hedefleri dinin bâtıni boyutu dolayısıyla sünnetlerin de bâtıni boyutu olduğu için Efendimiz(sav)’in sünnetinin, uygulamalarının bâtıni boyutunu anlama noktasında ciddi katkıları olmuştur. Hedefleri Efendimiz(sav)’in uygulamasının kalpte bıraktığı izler, haller olduğu için onlar Efendimiz(sav)’in sözünün içine bakmışlardır. Efendimiz(sav)’in sözlerinin bâtıni boyutunun anlaşılmasında kaleme aldıkları eserler olmuştur. Sûfilerin eserlerine bakarak veya onların sözlü ve yazıya geçmiş ifadelerine bakarak, onlardan hareketle Efendimiz(sav)’in sözlerinin bâtıni boyutlarını daha iyi anlıyoruz. O yüzden tasavvuf hadis şerhlerine baktığımızda bâtıni yorumlar olarak sûfi bakışın etkisini görüyoruz. Herhangi bir sûfinin bir hadis kitabını ve bazı hadislere yazmış olduğu şerhleri, Konevi’nin var buna benzer birçok sûfinin hadis kitapları var. İşte kırk hadis benzeri bir gelenek onlarda da olmuş, o hadisleri alıp o hadisler üzerinden bâtıni yorumunu yapmışlardır. Nasıl İş’ari yorum tefsir literatürüne geçmiş yani Kuran’a bâtıni yorumlar yapmışlarsa Efendimiz(sav)’in sözlerine de bâtıni yorumlar yapmışlardır. Bâtıni yorum yapmanın ne faydası var diye bir soru soracak olursanız şöyle diyebiliriz: Bir şeyin zâhirini anlamak onu sınırlı anlamak demektir. Ya o sözün söylediği anda hangi manayı ifade etmişse o anlamı ya da kendinize göre bir anlam veriyorsunuz. Ama bâtıni anlam noktasında yoğunlaştığımızda bu sözün bütün içerisinde hakikat diye adlandırdığımız gerçek içerisinde ne mana ifade ettiğini anlamaya çalışırız ve onun yine ifade ettiğimiz gibi günün şartları içerisinde hangi manaya geleceğini anlamaya gayret ederiz. Diyelim ki günümüzde bir hâdise meydana geldi ve siz hemen o bâtıni yorumun yardımıyla meselenin içini anladığınız için ondan hareketle zihniniz o günlük hâdiseye bir anlam bir mana verebilirsiniz, yorum yapabilirsiniz. Ama sadece bir şeyin zâhiri boyutuyla kalırsanız ya tarihte kalırsınız ya da o günün şartlarında boğulursunuz. Yani meselenin içini anladığınızda bu, her durumda, yeni problemlere o gözle bakma imkânı tanıyor size. Bir şeyin içini bilmek demek onun özünü bilmek demektir. O öz bilgisiyle siz her problem karşısında bir söz söyleme, yorum yapma kabiliyetini yakalamışsınız demektir. Sadece sözü ezberlerseniz ya da sözün bir manasını ezberlerseniz tercümesini onun nerde kullanılacağı nasıl uygulanacağı konusunda bir yetkiniz ve yorumunuz olmaz. Bu da dinin donuklaşmasına yol açan bir durumdur. O yüzden bir şeyin bâtınını anlamak, anlayabildiğim kadarıyla söylüyorum, onun her zaman, her durumda anlaşılabileceği anlamına gelir. Onu tarih içerisinde güncelleyebilirsiniz, daha da ileriye taşıyabilirsiniz. Bu anlamda sûfilerin hadislerin bâtıni boyutuna önem verdiklerini görüyoruz. Sûfilerin ortaya koymuş olduğu düşünce aslında dinin hakikatinin anlaşılması açısından bize ipuçları verir. Bunları alıp günümüz şartları içinde yorumlamak ve güncelleme hakkına, yetkisine sahip oluyoruz. Sûfilerin bırakmış olduğu bilgi mirasının, eylem mirasının günümüz insanları içinde önemli olduğunu söyleyebiliriz.

Kadın ve Aile: Hocam teşekkür ederiz. Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Doç. Dr. İbrahim IŞITAN: Özetle, sûfiler Hz. Peygamber(sav)’i örnek bir şahsiyet olarak alırlar. Bundan dolayı onun sünnetine ittiba etme noktasında bir hassasiyetleri vardır. Bu diğer İslam âlimleri için de geçerli bir durumdur. Ama sûfileri biraz farklı kılan Hz. Peygamber(sav)’in içsel boyutu ve halini hedef edindikleri için sünnetin her boyutuna, hem dış hem de iç boyutuna ilgi duymalarıdır ve yorumları da buna göre şekillenmiş olmasıdır. Dolayısıyla Hz. Peygamber(sav) olmadan sûfi olmanın mümkün olduğunu düşünemeyiz. Peygambersiz bir tasavvuf düşünmek, bir sûfi yaşam algılamak mümkün değildir. Olsa olsa sûfi yol veya yolları Hz. Peygamber’in sünnetinin kısmen canlandırılmış halidir denebilir.