20 Nisan 2024 / 11 Şevval 1445

Yer Ve Gök Ehlini Seferber Eden Nidâ

Bismihî Subhan…

En korunaklı yer neresidir? Yerin altı mı? Büyük bir dağın gözden ırak  mağarası mı? Dünyanın en yüksek yeri mi? Derin denizler mi? Kendimizi en çok nerede güvende hissederiz?

Kulunu en iyi bilen, onu yoktan var eden Allah-u Teâlâ’dır. O (c.c.) kulunu yönlendirirken, onun en çok huzur bulacağı yeri bilir. Çünkü insanoğlunun kendisini güvende hissetmesi bulunduğu yerin özelliklerinde değil, kendi içinde aradığı huzuru bulmasındadır. Kim huzuru bulmuşsa, o, nerede olursa olsun mutludur, kendini güvende hisseder. Asıl koruma, bedenen güvende olma değil manen güvende hissetme halidir. Bu durum düşman karşısında da böyledir, yırtıcı hayvanların karşısında da böyledir, korktuğumuz ne varsa bütün bunların karşısında da böyledir. Manen huzurlu olmanın püf noktası; korktuğumuz bütün her şeyi yaratan Hâlık-ı zül-Celâl, aslında korktuğumuz şeyleri de yaratan ve bizi onlardan koruyacak olanın ta kendisidir. Kimin Mevlâsına güveni tam ise ona ne korku ne de keder vardır. O her durumda koruma altındadır. Bu durum onu ne ümitsizliğe düşürür ne de mutsuz eder. Başına her ne gelirse, bilir ki Allah’tandır. Haline ya şükreder ya sabreder.

Bu bilinçli hal herkeste olmayabilir. Kulunun halini bilen Allah-u zü’l-Celâl bize, bazen farkında bile olmadan düştüğümüz bu gaflet hallerinde elimizden tutacak en güvenilir yeri, rahmetiyle bildirmiştir: Gücümüzün yetmediğini, her şeye gücü yetenden istemek. Dua, mü’minin en kuvvetli silahıdır. Teselli kapısıdır. Gücüdür.

Bazen başımıza gelen musibetler öyle bir halde gelir ki, gücümüz yetmez müdahale etmeye ya da düzeltmeye. Zalim biri ile yaşamak zorunda kalabiliriz mesela. Bu durum Rasullullah sav zamanında ne kadar da çok gerçekleşen bir durumdu. Bazen önemli bir şeye hayati derecede ihtiyacımız olur ama almaya veya temin etmeye gücümüz yetmez. Bazen sevdiklerimizin başına gelenlerle imtihan oluruz. Çocuğumuzun ateşi yükseldiğinde, anne-babamız elimizden hiçbir şey gelmeyecek şekilde zor durumda olduğunda… Gücümüzün yettiği hiçbir şey yoktur ancak gücü her şeye yetene olan güvenimiz vardır.

“Yâ Rabbî!”

Deriz. Bazen bundan sonrasına bile gerek yoktur. Yer ehlini, gök ehlini seferber eder bu nidâ. Bu serzeniş o an gözle görülür hiçbir şeyi değiştirmemiş olabilir. Ama zaten bizim istediğimiz şey bir sihirli değnek etkisi değil, içinde bulunduğumuz duruma razı olacak uysal bir nefis halidir. Biz başımıza gelen her musibette, bize ikram edilen her nimette Rabbimize yönelirsek, muhakkak O (c.c.)da bizi bu dünyada manevi bir sükûnet haliyle, ahirette de ebedi saadetle mükâfatlandıracaktır.

“Dua” olmasa nasıl teselli olur insan?

Dünyalıktan o kadar çok şey var ki gönlümüzün arzu ettiği… Ne isteğini gönlümüzden çıkarabiliyoruz ne de o nimetleri elde edebiliyoruz. Hayat bu ikilem arasında akıp geçip gidiyor. Eğer bilmesek bir cennet olduğunu, orada insanın gönlünden geçen HERŞEYin kendisine bir ikram olarak verileceğini… elde edemediğimiz her bir nimet yüzünden hayatımızı buhranlarla geçirirdik.  Zengin-fakir farkından dolayı yaratıcının adaletini sorgulardık. Güvenilecek, bağlanılacak bir ilah olmayınca da mutsuz olurduk. Belki adaleti nefsimiz adına sağlamak için dünyalıkları elde edeyim diye her yolu mubah görürdük.  Oysa biz iman ehli birer mü’min olarak her halimizi geçici birer imtihan olarak görür, ne çok seviniriz, ne çok üzülürüz. Bu dünya geçicidir. Nimetler geçicidir. İmtihanlar geçicidir. Ahret yurdu ise ebedidir ve mü’minler için korku ve hüznün olmadığı yerdir. Bunu bilen hangi akıl sahibi kişi ahreti dünyayla değişir?

Mü’minin alameti odur ki, hastalığı için dua edecek olsa; “beni iyileştir” demez, “Durumumu günahlarıma kefaret eyle. Katından bir rahmetle, hakkımda afiyetle hayırlı olanı nasip et.” der.

Mü’minin alameti odur ki, bir nimetle müşerref olduğu vakit, “ Buna layık olmayana bu nimeti veren Ğanî olan Allah’ım, bana cennet nimetlerini de nasip et. ”der.

Mü’minin alameti odur ki, her ne durumda olursa olsun, kim olduğunu unutmaz. Allah c.c. kulunu aziz bir varlık olarak yaratmış ve bütün mahlûkata karşı üstün kılmıştır(1). Bunlarla beraber kuluna akıl vererek, Rabbini bilmesi için her türlü donanımı da sağlamıştır. Kul hidayet üzere olduğu müddetçe yerini bilir. Evet, insanoğlu bütün mahlûkattan daha aziz yaratılmıştır, ama eğer bu durum onun nefsini körüklerse, esfele sâfiline (2) düşer. Aklı onu, eğer bu mükemmel yaratılışının müsebbibine götürür de O’nun varlığının karşısındaki acziyetini fark ederse, işte o zaman bu hissettiği acziyet, onun kalkanı olur. Hem manen korur, hem madden korur.

Allah-u Teâlâ, Kur’ân’da kullarına hitab ederken “duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var?” diyor. Neden duamıza bu kadar değer verdiğini beyan ettiği halde diğer ibadetlerimize atıf yapmıyor? Akıl sahibi herkes için tek bir cevap var: Dua kulun, Rabbinin karşısındaki acziyetinin farkına vardığı haldir. İbadetlere, sadakaya… belki kibir, gösteriş, riya karışırsa da duaya karışamaz. O özel bir andır, yalanın, riyanın karışamadığı. Kim ki duadan, dua etmekten gaflet etmez, Rabbi de onu terk etmez.

Aslolan, duanın kabulünü beklemek değil, dua edebilmek, dua etme arzusu duyabilmektir.

Gafletten uyanmayı hakkımızda takdir etmesini, bizleri ebediyen Firdevs yurduna ulaştırıp Cemaliyle müşerref etmesini dilerim.

Bizleri Sana yönelmekten mahrum etme Allah’ım. Âmîn.

Vesselam..

Melahat Güngör

 

1- Kur’ân-ı Kerim, 95/1-4

2- Kur’ân-ı Kerim, 95/5