Kur’an’daki sıralamada 61., iniş sırasına göre 109. sûredir. Teğabün (Mushaf sıralaması 64) sûresinden sonra, Cum’a (Mushaf sıralası 62) sûresinden önce Medine’de nazil olmuş ve ihtilafsız 14 ayettir.Adını sûrenin 4. ayetinde geçen ve “hakikat karşısında dizilmek” anlamındaki “saff” kelimesinden almıştır.
Sûre, kısaca söylemek gerekirse iman edip bu uğurda mücadele vermeyi konu edinir.Kişinin yaptıklarıyla bağdaşmayan iddialarda bulunmasının Allah katında çok çirkin sayıldığı belirtilerek öz ve söz arasındaki uyumun önemine vurgu yapılmakta; Allah yolunda çarpışanların O’nun hoşnutluğunu kazanabilmeleri için tek bir yürek ve tek bir vücut gibi olmaları gerektiğine dikkat çekilmekte; İsrâiloğulları’nın verdikleri sözü tutmamaları, Hz. Musa’yı üzmeleri ve Hz. İsâ’nın kendisinden sonra gelecek peygamberi isim de vererek müjdelemesine rağmen ona vefasızlık etmeleri eleştirilmekte; gerçek kurtuluşun Allah’a ve Resulüne iman edip malıyla canıyla Allah’ın gösterdiği yolda çaba harcamaktan geçtiği bildirilmektedir.
Surenin ilk ayetinde geçen ‘tesbîh’ terimi kısaca, bir yandan şuurlu varlıkların iradî olarak Allah Teâlâ’nın her türlü noksanlıktan uzak olduğunu söz ve davranışlarla ortaya koymaları (tenzih), diğer yandan da evrendeki bütün varlıkların ilâhî yasalara zorunlu olarak boyun eğip O’nun hükümranlığını itiraf etmeleri anlamına gelir.
2-3. âyetlerle ilgili yorumları önce, "Ey iman edenler" şeklindeki hitabın kime yönelik olduğuna ilişkin tercihe göre iki gruba ayırmak gerekir. Kur’an’ın genel kullanımı doğrultusunda burada da müminlere hitap edildiğini kabul edenlere göre âyetlerde, gerçekten iman etmiş olmakla beraber söz ve eylemleri arasında uyumsuzluk bulunan müslümanlara bu hususta bir uyarı yapılmakta yahut müslümana yaraşan tutumun söylenenle yapılan arasındaki tutarlılığına özen göstermek olduğu bildirilmektedir.
İfadenin akışını ve 5. âyette imanlarındaki samimiyetsizlik sebebiyle peygamberlerini üzen Hz. Musa’nın kavminden söz edilişini dikkate alarak burada münafıklara hitap edildiğini düşünenlere göre âyetler, "Ey iman etmiş görünenler" tarzında bir anlam taşımakta ve söylediği ile yaptığı bir olmayan bu iki yüzlü kimseler kınanmaktadır. Başka bazı âyetlerde münafıklar hakkında yapılan tasvirler[2] bu yorumu destekleyici nitelikte bulunmuştur.
"Söylenen söz"ü de iki şekilde yorumlamak mümkündür: a) Kişinin yapmayacağı bir şeyi vaad etmesi, b) Kendi fiilleri hakkında gerçeğe uymayan bir beyanda bulunması, yapmadığını yapmış gibi anlatması. Tefsirlerde bu yorumların hemen her birini destekleyici birçok olaya yer verilir.[3] Nüzul sebebi olarak anlatılan bu olaylar âyetlerin anlaşılmasına ışık tutmakla beraber, burada çelişkili söz ve davranışlardan kaçınmanın önemine ilişkin kalıcı bir mesaj verilmesinin amaçlandığı açıktır. Bazı müfessirlerin bunun, yalan söylemeyi ve vaadinde durmamayı da beyan eden bir ifade olduğunu belirtmesi[4] bu anlayışı yansıtmaktadır. Dolayısıyla bu uyarının, sadece söylenenle yapılan arasında değil aynı zamanda sözlerin ve eylemlerin kendi içinde de tutarlılık bulunması gereğini kapsar nitelikteolduğu sonucuna varılabilir.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, inkarcılara yönelik meydan okuma ifadelerinden birini de çelişmezlik ilkesine dayandırmakta, önce kendi verdiği bilgi ve haberlerin ve içerdiği fikirlerin tutarlılığıyla ilgili bir iç kontrol çağrısında bulunmaktadır: "Kur’an’ı inceleyip düşünmüyorlar mı? Eğer Allah’tan başka birinden gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık ve çelişki bulurlardı."[5] Kur’an’ın bu ilkenin önemine yaptığı vurgu İslâm âlimlerini öylesine etkilemiştir ki, tefsir, hadis, fıkıh gibi ilmî disiplinlerin oluşumu sırasında, çok geçmeden bu ilimlerde izlenen metotları da teorik ifadelere kavuşturmaya yönelmişler vekısa bir süre içinde her bir dala ait metodolojilerin ortaya konmasını sağlamışlardır. Özellikle, Kur’an ve sünnetten çıkarılan fıkhî sonuçların kendi içinde tutarlılığının kontrolü görevini üstlenen fıkıh usulü, çok ince metot sorunlarına eğilmiş ve böylece zengin bir literatür oluşmuştur. 4. Ayette dayanışma ruhu içinde imanları uğruna çarpışan müminlerden övgüyle söz edilmesi, bu âyetlerin "Allah katında en sevimli işin ne olduğunu bilsek de işlesek!" dedikleri halde savaş zorunluluğu ortaya çıkınca aynı samimiyet ve kararlılığı gösteremeyenler hakkında indiğine dair rivayetleri destekler nitelikte bulunmuştur. Bununla birlikte, Allah yolunda söz ve güç birliği etmiş bir topluluğun tam bir uyum ve beraberlik içinde olması önceki âyetlerdeki tutarlılık fikrinin bir uzantısı olarak düşünülebilir; dolayısıyla burada da muayyen olaylarla sınırlı olmaksızın genel bir ilkeye dikkat çekildiğini söylemek daha uygun olur.
Âyette geçen "bünyânün mersûs" tamlamasını, -"kurşun" anlamına gelen "rasâs" kelimesiyle bağ kurularak- "kurşunlu, parçaları kurşunla kenetlenerek yekpare bir cisim haline gelmiş olan muhkem bina"[6] hatta Taberî’nin aktardığı bir görüşe göre "kurşundan yapılmış”[7] şeklinde açıklayanlar bulunmakla beraber, İbn Abbas’tan gelen bir rivayette yer alan şu izah, o dönemin yapı malzemeleri ve inşâ usulü bilgilerine daha uygun düşmektedir: Taş taş üstüne konur, sonra aralardaki gedikler küçük taşlarla tıkanır, ardından harç ile sıvanırdı; buna Mekkeliler "mersûs" derlerdi.[8] Bu izahta "mersûs" kelimesi "istif etme, dizme, birbirine yapıştırma" mânalarına gelen "rass" kökünden türetilmiş bir sıfat fiil olarak düşünülmüştür. Her hâlukârda âyetin "yekpare bir yapı gibi kenetlenmiş saflar halinde" diye çevrilen kısmıyla, unsurları çok sağlam biçimde birbirine raptedilmiş, belli bir düzen ve ahenk içinde bulunan bir yapının örnek gösterildiği açıktır. Nitekim birçok müfessir, bu benzetmeyle, maddî bir birlik ve düzenin yanı sıra ve bundan da önce gönül birliği ve dayanışma ruhunun önemine dikkat çekildiğini ifade etmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinin son kelimelerinin şiirden farklı biçimde, ifadeyi lafız güzelliğinin icaplarına mahkum etmeyen ama mânayı esas alırken bir yandan da kendi tabiî güzelliği içinde eşsiz bir ahenk ve mûsikî oluşturan sıralanışı Kur’an ilimleriyle meşgul olanların dikkatini çekmiş; onlar, bu kelimeler için "fasıla", son harfleri için de "fasıla harfi" terimini kullanmışlardır. Elmalılı bu sûrede "sâd" harfinin sadece bu âyette fasıla oluşturmasını yukarıda açıklanan "mersûs" kelimesinin önemine yapılmış özel bir vurgu olarak görür; aynı şekilde sûrenin "dizi, sıra, sıralanmış" anlamlarına gelen bir kelimeyle (Saf sûresi olarak) adlandırılmasının da dayanışma fikrinin ehemmiyetine dair bir uyarı anlamı taşıdığını belirtir.[9]
5-9. Ayetlerde İsrâloğullan’nın tutarsız söz ve davranışları ve beraberlik ruhunu yitirmeleriyle ilgili hatırlatmalar yapılarak, 2-4. âyetlerdeki uyarılar canlı örneklerle pekiştirilmektedir. 5. âyette Hz. Musa’nın kavmi tarafından kendisine karşı sergilenen dönek ve vefasız tutuma gönderme yapılmaktadır. Birçok sûrede ve özellikle Bakara sûresinin 40. ve devamındaki âyetlerde İsrâloğulları’nın Hz. Mûsâ öncesi durumları ve onun önderliğinde yaşadıkları uzun serüven, sözlerinden caymaları, nimete hıyanet ve nankörlükle karşılık vermeleri geniş biçimde açıklanmıştır. Bu âyetteki eleştiri ve uyarının anlamını kavramak açısından, Allah’a verdikleri bağlılık sözüne rağmen, kendilerini Allah’ın yardımıyla Firavun’un zulmünden ve büyük bir zilletten kurtaran peygamberlerine bile şu şekilde küstahça bir ifade kullanabilmiş olmalarını hatırlamak yararlı olacaktır: "Ey Mûsâ! Onlar orada bulundukları sürece biz oraya asla girmeyeceğiz. Sen ve rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız![10] Kendilerine peygamber gönderilen diğer toplumlarda öncelikli ve temel sorun peygamberin bu görevinin kabullenilmeyip yalancılıkla itham edilmesi olduğu halde, Hz. Musa’nın kavmiyle yaşadığı asıl sorun bu toplumun inatçılığı, vefasızlığı ve had bilmezliği idi.11]
Ayetteki "size Allah tarafından gönderilmiş elçi olduğumu gayet iyi bildiğiniz halde" ifadesi de muhtemelen Hz. Musa’nın kendi kavminden peygamber olduğu hususunda bir yalancılık ithamıyla karşılaşmadığını göstermektedir.[12]
6. Ayette ise İsrâiloğulları’nın Hz. İsâ tarafından kendilerine bırakılan ilahî emanete sahip çıkmayıp sözlerinden caymalarına gönderme yapılmaktadır. Hz. İsâ bir yandan kendisinden önceki Tevrat’ın Allah katından geldiğini belirtirken bir yandan da vahiy zincirinin kendisiyle son bulmadığını ve kendisinden sonra bir elçinin geleceğini müjdelemişti. Daha önce Tevrat’ta da bu yönde bilgi bulunmaktaydı. Bu sebeple İsrâiloğulları bu peygamberin gelmesini hararetle bekler oldular ve geldiğinde ona en büyük destekçinin kendileri olacağını söyleyip durdular. Fakat Medine’deki yahudiler bu peygamber kendi içlerinden çıkmayınca -buradaki menfaatleri gereği Resûlullah’la antlaşma yapmış olmalarına rağmen- türlü iftira ve bahanelerle ona karşı çıktılar.[13] Her ne kadar Bedir zaferinden sonra tavır değiştirip Tevrat’ta özellikleri belirtilen âhir zaman peygamberinin Hz. Muhammed olduğuna kanaat getirdiklerini açıkça ifade etmeye başladılarsa da Mekke putperestlerine karşı verilen Uhud savaşının başarısızlıkla sona ermesini takiben hem bu beyanlarından döndüler hem de müşrikler ve münafıklarla işbirliği içine girip Resûlullah’la yaptıkları antlaşmaları ihlâl ettiler.[14]Âyette belirtildiği üzere Hz. İsâ kendisinden sonra gelecek elçinin adının Ahmed olduğunu haber vermişti. Bazı hadislere de dayanan bir görüşe göre Hz. Muhammed’in diğer bir adı Ahmed’dir; fakat Muhammed ismiyle aynı kökten gelen Ahmed kelimesinin onun sıfatı olduğu görüşü de vardır. Her iki ihtimale göre bu kelime, "çok hamdeden" veya "çok övülen, yüksek ahlâk sahibi" mânalarına gelmektedir ve Muhammed kelimesiyle yakın anlamdadır. İbn Âşûr Resûl-i Ekrem’in peygamberliğinden önce veya sonra bu adla çağrıldığının bilinmediği noktasından hareketle âyetin "onun ismi Ahmed’dir" şeklinde çevrilen kısmının doğru anlaşılabilmesi için buradaki "isim" kelimesi üzerinde de durulması gerektiğini belirtir. Ona göre Arap dilinde bu kelimenin kullanıldığı üç anlamı da bu âyetin tefsirindedikkate almak uygun olur; bu anlamlar da şunlardır: a) Müsemmâ (bir adın ifade ettiği gerçek mâna, içerik), b) İyi şöhret, c) Özel ad. Şu halde bu ifadeyle Hz. İsâ, hem Resûl-i Ekrem’in risâlet görevinin kendisininkinden daha üstün olduğunu hem onun kendi döneminde ve sonraki dönemlerde hep hayırla anılacak bir şahsiyet olduğunu hem de onun özel adının (Muhammed) bu mânaya geldiğini belirtmiş oluyordu. Öte yandan İbn Âşûr -bazı erken dönem hikmet ve tasavvuf eserlerine de dayanarak- bu ifadenin hikmet ehlinin ve -dinî hükümlerin bildirilmesi dışında kalan konularda- peygamberlerin kullandığı sembolik anlatım üslûbu taşıdığını, böylece Ehl-i Kitap’tan ilim sahiplerinin uyulması istenen peygamberi iyiayırt edebilmelerinin hedeflendiğini yazmaktadır.[15]Bazı erken dönem İslâm âlimleri ve zamanımız araştırmacıları Yuhanna İncili’nde geçen -Hz. İsa’nın geleceğe yönelik müjde ifadesinde kullandığı- "faraklit" (Grekçe parekletos) kelimesinin Hz. İsâ’nın konuştuğu dil olan Ârâmîce’deki karşılığını araştırmışlar ve bu kelimenin Ahmed kelimesiyle anlamca örtüştüğü sonucuna ulaşmışlardır.[16] Öte yandan, Latince’ye paracletus şeklinde geçen ve kilise dilinde "teselli etmek" anlamına gelen bu kelimenin "yanına çağırmak" mânası içeren bir fiilden gelmesi ile 7. âyette yer alan "yalnız Allah’a kul olmaya (İslâm’a) çağırılıp dururken" mealindeki ifadede Hz. Peygamber’in temelgörevinin "çağırma" anlamına gelen bir fiille ifade edilmiş olması da dikkati çekmiştir.[17]
Yine 6. âyette altı çizilen hususlardan biri Hz. İsa’nın "peygamber" olma özelliğidir. O, "Bilin ki (…) size Allah tarafından gönderilmiş elçiyim" ifadesiyle kendisinin ancak Allah’ın elçisi olduğunu bildirmişti. İsrâiloğulları’nın bir kısmı -14. âyette belirtildiği üzere- Hz. İsâ’nın bu sıfatını kabul etmek istemediler, onun bildirdiklerini inkâr ettiler. Hz. İsâ’ya inananlar onun öğretilerini yaymaya çalışmakla beraber kısa bir süre sonra onun bağlıları olduklarını iddia eden hıristiyanlar kendisine tanrılık yakıştırmak suretiyle gerçekte Hz. İsa’nın bildirimlerini temelinden sarsmış ve ona dolaylı olarak karşı çıkmış oldular. Âyette Hz. İsâ’nın hitabı İsrâiloğulları’na yönelik olmakla beraber bu, o esnadaki muhataplarının onlar olması sebebiyledir. Daha sonraki dönemler açısından bu hitabın öncelikle onun bağlıları konumunda olan hıristiyanları ilgilendirdiği açıktır. Kur’an’ın hıristiyan teolojisini reddedişinin hareket noktası da Hz. İsâ’nın mahiyeti ve görevi konusudur.
Elmalılı’nın 8-9. âyetlerle ilgili -bizim de önemli bulduğumuz- açıklamalarını şöyle özetlemek mümkündür: Yüce Allah, hak dini bütün dinlerin üzerindeki yerini alsın diye gönderdiğini Kur’an’ın değişik yerlerinde bildirdiği gibi Nasr sûresinde de bu vaadini pekiştirmiştir. Bunun böyle defalarca ifade ve vaad edilmesi, bu üstünlüğün de bir kere değil birçok kere gerçekleşeceğini gösterir. Böyle olması için de bu dinin yükselme ve gerileme zamanları olacak; beşeriyetin geçireceği inkılaplar ve değişmeler arasında bütün düşüşlerin seyri fısk, zulüm, küfür, şirk yüzünden gazap ve helake doğru gideceği gibi bütün gelişmelerin seyri de tevhid inancı ile hak dinin tecellileri olan ebedî hayatın esenliği ve mutluluğu amacına doğru yükselme biçiminde olacaktır.Gelip geçici heves ve arzuların ardında koşanların, günahkârların, haksızların, dinsizlerin başına kıyamet koparken, hak ehli olanlar Cenâb-ı Hakk’ın himayesinde Arş’ın gölgesi altında büyük murada erecektir. Tarih gözden geçirilecek olursa görülür ki İslâm’ın bu âyetlerde vaad olunan üstünlüğü her şeyden önce Resûlullah zamanında "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslâmiyet’ibeğendim" anlamındaki âyetin[18] nazil olduğu sırada bütün Arabistan’da başlamış ve Abbasî halifeliğinin çöküşüne kadar da doğudan batıya çok geniş bir alana yayılmıştı. Araya bir gerileme dönemi girdikten sonra çok geçmeden Türkler’in öne çıkışı ve İstanbul’un fethi ile ikinci yükseliş başlamış, bu da bir taraftan Kafkas dağlarından Atlas okyanusuna bir taraftan da Lehistan’dan Habeşistan’a kadar zirvesine ulaşmıştı.
Her ne olursa olsun mevcut çağın fikrî ve fennî ilerlemeleriyle, gerek İslâm alemindeki toplumların gerekse diğer muhtelif milletlerin kamu vicdanlarında meydana gelecek uyanışların gelecekte, dünyayı alt üst etmekte bulunan haksızlıkların giderilmesiyle genel yaşantıda hakkın daha yüksek bir tecellisine erme gayesini hedefleme şeklindeki değişmeyi beraberinde getireceğine, bu ise tevhid fikri ile hak dinin inkişafına bağlı bulunduğundan İslâm’ın yeni bir yükselme ve inkişaf kaydedeceğine inanmak gerekir.
Zamanımızın geçirmekte olduğu inkılap bunalımlarının neticesinde kim bilir dünya ne gibi değişmeler, gelişmeler görecektir; neler yıkılıp neler yapılacaktır. Her ne olursa olsun mevcut çağın fikrî ve fennî ilerlemeleriyle, gerek İslâm alemindeki toplumların gerekse diğer muhtelif milletlerin kamu vicdanlarında meydana gelecek uyanışların gelecekte, dünyayı alt üst etmekte bulunan haksızlıkların giderilmesiyle genel yaşantıda hakkın daha yüksek bir tecellisine erme gayesini hedefleme şeklindeki değişmeyi beraberinde getireceğine, bu ise tevhid fikri ile hak dinin inkişafına bağlı bulunduğundan İslâm’ın yeni bir yükselme ve inkişaf kaydedeceğine inanmak gerekir. Şu halde, fâni hayatın icabı olarak her şeyin günden güne daha kötüye gideceğine, bir zaman gelip emanet düşüncesinin kalkacağına, dinin zaafa uğrayacağına ve İslâm’ın yalnız adının kalacağına değinen ve gerileme devirlerini haber veren hadis ve sahabe sözlerinden ötürü ümitsizliğe düşülmemeli; Allah Teâlâ’nın geceyi gündüze ve gündüzü geceye kattığını, "iyi sonun Allah’a karşı gelmekten sakınanların olacağı"nı[19] bilerek, Allah’ın bu kesin vaadlerine inanarak ve âhiretle ilgili ümidini daima koruyarak çalışılmalıdır.[20] Bu âyetlerde, müminlere de dinlerini ve uygarlıklarını yüceltip insanlığın tevhid ve adalet çizgisinde gelişmesine öncülük edecek konuma gelmeleri hususunda kaçınılmaz görevler düştüğüne işaretler bulunduğu da unutulmamalıdır.
10-14. Ayetlerde, bütün varlıkların Allah’ı tesbih ettiği yani Yüce Allah’ın evrendeki mutlak egemenliği hatırlatılıp bu gerçeği dikkate alanlar açısından özü sözü bir olmamanın, hele Allah’a karşı zevahiri kurtarma çabası içine girmenin ne kadar saçma olduğuna dikkat çekilerek başlayan sûrenin sonunda, kurtuluş yolunun samimi bir iman ve bu imana uygun davranışlardan geçtiği bildirilmekte; Hz. Muhammed’den önceki peygamber Hz. İsa’nın hayatından canlı bir örnek verilerek Allah’ın dinine içtenlikle destek olanlar büyük fetihler ve zaferlerle, sonunda da en büyük basarı olan âhiret mutluluğuna erişmekle müjdelenmektedir. 13. âyetin "Allah’ın yardımı ve yakın bir fetih! Haydi müminleri müjdele" şeklinde çevrilen kısmı, savaşlarda müslümanların morallerini yükseltici bir ifade olarak sık sık tekrar edilmiş; özellikle Osmanlı’da Mehterân takımının, ordunun muzaffer olacağı inancını pekiştirmek üzere icra ettiği musikînin arasında coşku verecek biçimde seslendirilmiştir.
Hz. İsâ’ya iman etmiş olanlar büyük sıkıntılara maruz kalsalar da sonunda inkarcılara karşı büyük bir üstünlük elde etmişlerdir. 14. âyet bu tarihî gerçeğe gönderme yaparak müslümanların bundan sonuçlar çıkarmaları istenmektedir. Bununla birlikte gözden kaçırılmaması gereken bir husus, dünyada elde edilecek zafer ve üstünlüğün 13. âyette "hoşunuza gidecek bir şey daha" şeklinde nitelenmiş olduğu ve 12. âyette belirtildiği üzere asıl güzel sonuç, kurtuluş ve başarının Allah’ın hoşnutluğuna ve âhiret mutluluğuna erişmek olduğudur. 14. âyetin "böylece üstün geldiler" şeklinde çevrilen son cümlesi, "Allah Hz. Muhammed’i gönderip iman eden o kimseleri onaylayan bildirimlerde bulununca, özellikle Hz. İsâ’nın Allah’ın kelimesi olduğunu haber verince, onların delilleri açık hale geldi veya delillerinin üstünlüğü ortaya çıktı" gibi mânalarla da açıklanmıştır.[21]
———–
[1] Bu makale, Hayrettin Karaman, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kafi Dönmez, Sadrettin Gümüş, tarafından yazılan “Kur’an Yolu” adlı tefsirin sure ile ilgili bölümünden (V/257-265) özetlenerek hazırlanmıştır.
[2] bk. Nûr 24/47-53; Ahzâb 33/1245[3] bk. Taberî, XXVHI, 83-85; Zemahşerî, IV, 92[4] Zemahşerî, IV, 91-92[5] Nisa 4/82
[6] Elmalılı, VII, 4927[7] XXVIII, 86
[8] Râzî, XXIX, 312[9] VII, 4927[10] Mâide 5/24[11] Kitâb-ı Mukaddes’te de onlar hakkında "sert enseli kavim" tabiri kullanılır, bk. Çıkış, 32/9, Tesniye 9/6
[12] ayrıca bk. Hac 22/44[13] bk. Haşr 59/2-5,14[14] Eski kutsal kitaplarda Hz. Muhammed’in peygamberliğini müjdeleyen bilgiler İslâm kaynaklarında "beşâiru’n-nübüvve" veya kısaca "beşâir" diye anılır; geniş bilgi için bk. Bakara 2/146; A’râf 7/157; Hz. İsâ ve yaptığı tebliğ görevi hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/45.
[15] XXVIII, 182-185[16] Geniş bilgi için bk. İbn Âşûr, XXVIII, 185-186; Mehmet Aydın, "Faraklit", DİA, XII, 165-166[17] İslâm terimi hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/19.[18] Mâide 5/3[19] Hûd 11/49; Kasas 28/83[20] VII, 4937-4940; ayrıca bk. Tevbe 9/32-33; Fetih 48/28
[21] bk. Taberî, XXVUI, 92-93; İbn Atıyye, V, 305; Râzî, XXIX, 319. İman temeline dayalı olarak can ve malla Allah yolunda cihad etmenin ticaret olarak nitelenmesinin izahı için bk. Tevbe 9/111; "cihad" hakkında bk. Nisa 4/84, 95; Mâide 5/35; Tevbe 9/73; Hac 22/77-78; Adn cenneti hakkında bk. Ra’d 13/23-24; "Allah’ın yardımcıları olma”nın anlamı hakkında bk. Âl-i İmrân 3/52; "havari", Hz. İsa’nın havarileri ve aralarında geçen konuşma hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/3-4,19,45, özellikle 52; Mâide 5/110-115. Bu makale, www.kuranimiz.net için 1. dipnotta geçen eserden özetlenerek hazırlanmıştır.