28 Mart 2024 / 18 Ramazan 1445

Mesnevi Penceresinden Hikayelerle İrade Eğitimi -1

unnamed

NASUH TÖVBESİ

Bir zamanlar, Nasuh adında bir adam vardı. Erkekliğini gizleyerek, kadınlar hamamında tellaklıkla geçinirdi. Yüzü kadın yüzüne benzerdi. Köse olduğu için tüyleri de yoktu. Fakat şehveti çok güçlüydü. Nasuh yıllarca tellaklık yaptı, kimse onun erkek olduğunun farkına varmadı. Çarşaf giyer, yüzüne peçe takardı. Şehvetinin azgınlığından hamamdaki işinden ayrılmazdı. Padişahların kızlarını bile keseler, yıkardı. Yaptığı işin yanlış olduğunun farkındaydı. Zaman zaman tövbe eder, bu işten ayağını çekmek isterdi. Fakat kâfir nefsinin kadına olan düşkünlüğünden tövbesini tutamazdı. Bir gün bir Allah dostunun huzuruna vardı. Ona, ”Dualarınızda beni de hatırla” diye yalvardı. Arif zat onun durumuna vâkıf oldu.

Nasuh, bir gün hamamda tasla su dökerken, padişahın kızlarından birinin kıymetli bir mücevheri kayboldu. Küpesindeki halkalardan biri olan bu mücevher, çok kıymetliydi. Hamamın kapıları sıkı sıkıya kapatıldı. Hamamdaki kadınlar, bohçaları, elbiseleri aranmaya başlandı. Bütün eşyalar aranmasına rağmen mücevher bulunamadı. Bunun üzerine üstün körü aramayı bıraktılar, herkesin ağzını, kulağını, bedeninin her yerini aramaya başladılar. Biri, ”Genç, ihtiyar kim varsa anadan doğma soyunsun” diye bağırdı. Padişahın kızının hizmetçileri, değerli mücevheri bulmak için herkesi tek tek sırayla arıyorlardı. Nasuh korkudan tenha bir yere çekildi. Yüzü sararmıştı. Dudakları titriyordu. Sırrının ortaya çıkması ölümü demekti. Ölüm korkusu her yanını sarmıştı. Kendi kendine,”Ey Allah’ım! Birçok defa tövbe ettim, söz verdim, hepsini bozdum. Tövbemi tutamadım. Eğer beni bu belâdan, rezil olmaktan kurtarırsan, sana söz veriyorum bir daha yapmayacağım” dedi. Hamamda herkes aranmıştı. Aranma sırası Nasuh’a geldi. Hizmetçinin,”Ey Nasuh! Herkesi aradık. Sıra sende. Buraya gel” demesi üzerine, Nasuh kendinden geçti. Âdeta ruhu bedeninden uçtu. Aklı fikri gitti. Eli ayağı boşaldı. Varlığı boşalınca, Allah’ın yardımı yetişti. Mücevher bulundu diye bir ses geldi. Nasuh’u aramaktan vazgeçtiler. Mücevher bulunduğu için herkes bayram ederken, sevinç naraları hamamın kubbesini çınlattı. Nasuh tekrar kendine geldi. Bazıları yanına gelip, ”Padişahın kızlarına hepimizden çok yakın olduğun için, en çok senden şüphelendik, zanda bulunduk, hakkını helâl et” dediler. Nasuh, ”Benden helâllik almanıza, özür dilemenize gerek yok. Çünkü ben dünyada yaşayan insanların en günahkârıyım” dedi. Sonra Cenâb-ı Hakk’a yönelerek,”Ya rabbi! Sana şükürler olsun. Ansızın beni gamdan kurtardın. Vücudumdaki her kılın bir dili olsa da şükretse, yine şükrünü yerine getiremez” diyerek şükrünü ifade etti. Az sonra bir hizmetçi gelerek Nasuh’a,”Padişahımızın kızı iltifat buyuruyor, seni çağırıyor. Biliyorsun senden başka bir tellağı, gönlü kabul etmez” dedi. Nasuh,”Elimi kaldıracak halim yok. Hasta olduğumu söyle. Koş bir başkasını bul” dedi. Nasuh kendi kendine,”Ben bir defa öldüm, tekrar dirildim ve dünyaya yeniden geldim. Gönlümdeki o korku, o acıyı nasıl unuturum? Artık canım tenimden ayrılmadıkça, tövbemi bozmam” dedi. Hamamdan çıkıp gitti. Bir daha tövbesinden dönmedi.

***

Ey insanlar Cenâb-ı Hakk’a Nasuh tövbesiyle tövbe edin (Tahrîm 66/8).

NEFİSLE SAVAŞ

Ayyazi (k.s) anlatıyor:

”Şehit olmak ümidiyle, zırhsız, göğsüm açık bir şekilde yetmiş kere savaşa girdim. Tenimde ok yarası almadık yer kalmadı. Vücudum kılıç yaralarıyla kalbura döndü, fakat şehitlik nasip olmadı.

Bunun üzerine nefsimle savaşmaya karar verdim. Halvete girdim.

Çile çekmeye koyuldum. Devamlı riyazet yapıyordum. Ölmeyecek kadar yiyip içiyor, çok az uyuyordum. Nefsimle olan mücadeleme, ara vermeden devam ettim.

Bir gün, bir topluluğun savaşa gitmekte olduğunu gördüm. Bende de savaşa gitme arzusu uyandı. Nefsim bana, ‘Haydi, yürü savaş meydanına!’ diyordu. Nefsimin, savaşın faziletlerini sayıp döküp beni teşvik etmesine hayret ettim. Şaşırdım kaldım. Çünkü nefis yaratılışı gereği ibadetten itaatten hoşlanmaz. Nefsime seslendim: ‘Ey nefis! Doğruyu söyle. Savaşa gitmek istemenin sebebi nedir?‘ Nefsim cevap vermeyince tehdit ettim:

Eğer doğruyu söylemezsen, seni daha fazla riyazet yaparak perişan ederim. Mahvolursun’ dedim.

O anda nefsim, sessiz sedasız bir şekilde, güzel bir ifadeyle, içimden şöyle söyledi:

“Sen yaptığın riyazetlerle, her gün beni öldürüyorsun. Devamlı işkence görüyorum. Yemeksiz ve uykusuz bırakarak, yavaş yavaş canımı alacaksın. Üstelik benim çektiğim bu ıstıraplardan kimsenin haberi yok. Savaşta bir kez ölüp kurtulurum. İnsanlar senin yiğitliğini överler. Şehit olduğun için, adın sanın yayılır.”

Bunun üzerine nefsime, “Hem münafık hem ikiyüzlüsün. Bu dünyada münafık olduğun gibi ölümünden sonra da münafıksın. Ne bu dünyada Müslüman oluyorsun ne de öbür dünyada. İki dünyada da işe yaramazsın.” dedim.

Bu beden sağ oldukça, halvetten başımı çıkartmamaya söz verdim.”

***

Sûfîler, nefisle yapılan mücadeleyi büyük savaş olarak kabul ederler. Düşmanla yapılan savaş ise küçük savaştır. Nefisle yapılan büyük savaşta şehit olmanın önemini, Mevlana şöyle anlatır:

“Dünyada muhabbet kılıcı ile Allah yolunda şehit olmuş nice kişiler vardır ki, onlar dünyada âdeta ölmüş gibi görünürler. Aslında onlar yaşayan ölülerdir. ‘Ölmeden evvel ölünüz’ hadis-i şerifinin sırrına mazhar olmuşlardır. Daha hayatta iken nefislerini öldürmüşlerdir. Onların yeryüzündeki bedenlerinde, ölmeden önce hayvanî nefisleri ölmüş, insanî ruhları diri kalmıştır. Onlar ahrete diri olarak giderler.”