19 Nisan 2024 / 10 Şevval 1445

Ahde Vefa Hikâyeleri -2

BİR TAS ÇORBA

Büyük mutasavvıf Cüneyd-i Bağdadî’nin 297’de vefatı üzerine yerine değerli mutasavvıf Muhammed Harir geçmişti.

Muhammed Harir, ders alıp rahle-i tedrisinden yetiştiği üstatlarının bütün fazilet ve meziyetlerine sahip çıkmış; bu yüzden dünyayı bir kenara itmiş, kendini züht ve takvaya vererek örnek insan haline gelmişti.

Dünyevî ihtiras ve arzularla yanıp tutuşan, bu yüzden başkalarının hakkına tecavüz edip hukukunu gasp etme temayülünde bulunan nice muhteris insanlar, Muhammed Harir’in zühdünü, takvasını görür, kendini frenleyip hırslarını gemleme hissi duyardı.

Ancak, unutulmamalı ki “Kul beşer, bazen de şaşar.” ölçüsü peygamberler hariç bütün insanları içine alan bir gerçektir. Muhammed Harir de olsa bazen yanılır. Nitekim kendisi böyle bir duruma maruz kalmıştır.

Bir gün, Kâbe’nin etrafında tavaf ederken biraz ötede başını eğip tefekküre dalmış bir yabancı görür. Merak ederek, yaklaşıp sorar:

– Kimsin sen ey Allah’ın kulu?

Tefekküre dalmış genç, hafifçe başını kaldırır,  şöyle bir bakar, sonra da başını eğerek cevap verir:

– Buraya yeni gelmiş bir yolcuyum, misafiriniz sayılırım!

Cevap çok anlamlıdır. Tefekkürdeki genç, h em yolcu olduğunu söylemekte hem de misafir sayılacağını ifade etmektedir. Misafir olunca ona misafirperverlik gösterip yemek çıkarmak, karnını doyurup ağırlamak İslâmî bir örftür. Ama Muhammed Harir, o gün, halifenin yemeğine davetlidir. Böyle bir sofra çıkarmaya durumu hiç müsait değildir.

– Ey Allah’ın kulu, buyur, seninle halifenin sarayına gidelim!

Dalgın genç, başını kaldırmadan söylenir:

– Ben şu anda halifeden büyüğüyle sohbet etmekteyim. Bana bir tas çorba yeter!

Muhammed Harir, gençle daha fazla meşgul olmaz; doğruca halifenin sarayına gider; davette hazır bulunur. Orada çeşitli yemekler yenir, lezzetli şerbetler içilir, Allah’a hamd ve senalar edilir. Neden sonra evine dönerken gencin tefekkürde bulunduğu yere uğrayıp onu eve götürmek ister. Ama genci uykuya dalmış, istirahata çekilmiş bir halde görür. Bu yüzden rahatsız etmek istemez. Gidip kendisi de uykuya dalar. Az mı uyur, çok mu, sırlı ve heyecanlı bir rüya başlar:

Genişçe bir sahra… Güneş ışıklarını pırıl pırıl serperken ucu bucağı görünmeyen nuranî insanlar kafilesiyle karşı karşıya… En önlerinde, göremediği güzellik ve nuraniyette bir zat.

Bir an için şaşırır, ne söyleyip, ne soracağını bilemez olur. Yanında beliren biri onun kulağına eğilir:

– Bu nuranî kafile, 124 bin peygamberler kafilesidir. En önlerinde de ahir zaman Nebisi Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm!

Bunu duyan Harir, daha çok heyecanlanır, elini uzatıp Resûlüllah’ın mübarek ellerinden öpmek ister ama nafile! Öpmek istediği el, hemen geri çekilir; tutması mümkün olmaz.

Teessür ve üzüntüsü şiddetlenen Harir der ki:

– Ya Resûlâllah, şüphesiz ki kusur ve hatalarım çoktur ama mübarek elinizi öpmeme engel olan kusurum hangisidir acaba? İşaret buyursanız da terk edip tövbe istiğfar eylesem.

Aldığı cevap şudur:

– Bizim elimizi, dostumuza yakınlık gösterenler öper. Sen bizim dostumuzu kendi haline terk edip halifenin sofrasına koştun, onu aç, susuz bıraktın. Hemen git, daimî bir huzur halinde bulunan dostumuzun karnını doyur, gönlünü al, sonra karşımıza gel!

Heyecan ve telâş içinde uyanan Harir, vücudunu saran soğuk terleri sildikten sonra yatağından fırlar, koşa koşa Kâbe’ye gider Bakar ki ayakkabılarını giymiş, heybesini omzuna almış olan genç, yola çıkmak üzeredir Hemen seslenir:

– Ey Allah’ın sevgili kulu, Resulü’nün aziz dostu! Dur lütfen, azıcık dur. Sana sadece bir tas çorba çıkarayım da ondan sonra yoluna revan ol!

Ama sırlar âlemiyle irtibatlı genç arkasına bile bakmaz, ilerler.

Harir ise peşini bırakmaz, feryadı basar:

– Dur, ne olur bir dakika dur, sadece bir tas çorba çıkarayım da ondan sonra yoluna devam et!

Genç, ısrara dayanamaz, geri döner ve şu karşılığı verir:

– Senden bir tas çorba içmek için 124 bin peygamberi harekete geçirmek gerekiyorsa, içilmez o çorba. Böyle pahalı bir çorba geçmez insanın boğazından. Diyelim ki, ben harekete geçirdim o nuranî kafileyi. Ya buna muvaffak olamayan fakirler, garipler ne yapacak, aç mı kalacak? Senin gariplere, fakirlere ilgin bu kadar mı?

Muhammed Harir bu cevabı işitince yerinde yığılakalır, genç de gözden kaybolup gider. Bize de bu sırlı olaydan ibret alıp tefekkür etmek düşer.

 

HAZRETİ ÖMER İLE SARHOŞ ADAM

İslâm’ın ikinci halifesi Hazret-i Ömer, sabahlara kadar sokak sokak gezer; idaresini üzerine aldığı halkın huzur içinde istirahat edip etmediklerini araştırırdı.

Yine böyle teftiş gecelerinden birindeydi. Medine sokaklarında sessizce gezerken ileride hiç beklemediği bir gürültü işitti. Merakla yaklaştı, dikkatle baktığında, bir sarhoşun gelip geçenlere münasebetsizce sözler söyleyip rahatsız ettiğini gördü. Resûlullah’ın şehri Medine’de adam hem ayetin emrine karşı gelerek içki içmiş hem de sarhoş halde sokağa çıkıp mesuliyetini üzerine aldığı müminleri rahatsız etmişti. Bu hâl, Allah’ın emrine açıkça isyandı. Allah’a isyan edenin hasmı ise Halife Ömer’di.

Bu sebeple meşhur gazabına yine bürünmüş, öfkesini kullanmanın zamanı geldiğine inanmıştı. Elindeki kırbacını hızla kaldırıp sarhoşun başına yıldırım gibi indirmeyi düşünüyordu. Nitekim kamçısını havaya yukarı kaldırırken sarhoşun kötü sözlerine muhatap olmaya başladı.

Adam, şahsını hedef almış; bizzat kendisine hakarette bulunmuştu. Hızla havaya kalkan kamçı, bu defa yavaşça yere indi; sarhoşun başında şaklamaktan vazgeçmiş oldu.

Şaşıran sarhoş, sormadan edemedi:

— Sen kimsin ki önce beni kırbaçlamak istedin, sonra da vazgeçtin?

Hazret-i Ömer cevap verdi:

— Ben Allah’ın emirlerini tatbik etmekle vazifeli halife Ömer’im!

— Peki, öyle ise neden kırbaçlamaktan vazgeçtin beni? Halifenin cevabı, fevkalâde düşündürücüydü:

— Ben önce Allah için kaldırmıştım kırbacımı. Tam o sırada sen şahsıma hakaretler savurdun. Birden nefsimin galeyana gelmesine, öfkelenmeme sebep oldun. Baktım ki Allah için kaldırdığım kırbacım, nefsim için inecek. Nefsime yaptığın hakaretinden dolayı seni kırbaçlamış olacağım.

Halife sözünü şöyle tamamladı:

— Hâlbuki ben, Allah için hiçbir şeyden gözümü kırpmam ama nefsim için bir karıncayı dahi incitemem; bir kuşun bile benden korkup uçmasına razı olamam!

Bu cevaptan sonra ortalığı bir sessizlik almıştı. Müslümanların halifesi neticeyi şöyle bağladı:

—Uzat elini, seni doğruca Kadı Şüreyh’e götüreyim. Durumunu ona anlat, adaletin hükmünü ondan gör. Bundan sonra seni ben cezalandıramam. Zira nefsimin hisse almasından korkarım!

 

CİMRİ ZENGİNİN PİŞMANLIĞI

Çocuklarına ekmek alacak parası kalmayan fakir baba, yakınlarındaki zengin komşusuna gider, durumunu anlatarak:

— Ciddî sıkıntı içindeyim, bana yardım eder misiniz, der. Yardım sözünü duyan zengin birden rahatsızlanmış gibi yüzünü buruşturup çehresini ekşiterek:

—  Sorma kardeşim, bugünlerde işler kesat gidiyor, fazla kâr edemiyorum, maalesef yardım edemeyeceğim, cevabını verir. Çocukları aç bekleyen baba, çaresiz kalkıp gider. Bu defa tanıdığı bir fakir dostuna varır:

— Birader, senin durumunu da biliyorum ama mecbur kaldığım için geldim, çocuklar bütün gün aç beklediler, bir tek ekmek alacak kadar olsun para bulamadım, der.

Kendisi de muhtaç olan bu fakir dost, hemen ayağa kalkar, öbür odaya gider, çekmecede bulunan parasını kavradığı gibi alıp getirir, dostunun eline uzatır:

— Aziz kardeşim, Allah kimseyi sıkıntı içine düşürmesin, ben çoluk çocuğun aç kalmasının ne demek olduğunu çok iyi bilirim. Sen hemen evine git ve çocuklarına gereken ekmek ve katığı da yoldaki bakkaldan alıp yavrularına ulaştır, der.

Sıkıntı içinde bunalmış olan baba, eline geçen bu parayla dünyanın en zengin adamı olduğu hissine girerek hemen bakkala koşar, ekmek ve katık olarak da kucak dolusu yiyecekle eve gelir. Bekleşen çocuklar, babalarını bayram havasıyla karşılarlar. Karınları doyunca da birer köşede uykuya dalarlar.

Çocukları seyrederken derin bir nefes alan baba da sıkıntısını atmış olarak uykuya dalar. Beri tarafta zengin adam, o gece uykusunda tuhaf bir rüya görür. Rüyasında gökyüzünde herkesin hayranlıkla seyrettiği iki tane köşk vardır. Yıldızlarla süslenmiş köşkün birinden diğerine uçan melekler, kanatlarında köşkün sakinlerini götürüp getirirler. Zengin sorar:

— Bu köşkü satın almak isterim, kimindir acaba? Cevap verirler:

— Bu köşkün ikisi de falan mahalledeki fakir adamındır. Sıkıntı içinde kalan bir baba kendisine gelmiş, çocuklarının karnını doyuracak kadar olsun bir yardımda bulunmasını istemiş. O da çekmecesindeki son parasını vermiş, hemen gidip çocuklarına yiyecek almasını temin etmiş. Onun bu yardımı Allah’ın hoşuna gittiğinden dolayı bu iki cennet köşkünü ona verdi. Heyecanla uyanan zengin sabahı iple çeker, hemen gidip yoksul adamı bulur ve teklifini yapar:

— Dün sana gelen yoksul babaya ne verdiysen iki mislini vereyim de o yardımı ben yapmış olayım, olur mu?

Yoksul adam, cimri zenginin yüzüne dikkatle bakar ve şöyle cevap verir:

— Olmaz! Çünkü senin gördüğün rüyayı Allah bana da gösterdi. Ve iyi kalpli yoksul adam şunu da söyler:

— Hem senin vereceğin bu parayı alsam bile, sen o köşkü alamazsın.

— Neden? Sen aldın ya?

_Ben o yardımı yaparken sırf Allah rızası için yaptım. Sen ise bu parayı bana Allah için değil, rüyada gördüğün köşke sahip olmak için vereceksin. Anladın mı şimdi aradaki farkı?

Bir misafirhanedir dünya-yı dûn

Anda bir, kâşane de, virane de

Bir onulmaz, çaresiz sevdadayım

Hane yaptırdım misafirhanede.

 

Derleyen Betül Meral Durak